Dilin işlevlerinin ne olduğu, uzun yıllar dil felsefecilerinin, dille uğraşan insanbilimcilerin ve dilbilimcilerin ilgisini çekmiştir; günümüzde de bu ilginin yoğun bir biçimde sürdüğünü görmekteyiz. Dilsel işlev konusu elbette, en başta, dilin niteliğiyle ilgili bir sorundur. Dilin ne olduğu, neyi içerdiği, neyi simgelediği bilinmeden ne iş gördüğü anlaşılamaz. Antik çağda dilin kökenine ilişkin düşüncelerin kaynağında da bu arayış vardır, ama bu arayışta dilin niteliği daha çok felsefe açısından irdelendiğinden, işlev konusu bir ölçüde gölgede kalmış, daha doğrusu örtülü bir biçimde ele alınmıştır.
Port-Royal dilbilgisi uzmanlarına göre dil ‘insanlara düşüncelerini başkalarına iletme olanağı vermek için’ yaratılmıştır. Bu iletişimi sağlamak için ‘söz düşüncenin bir imgesini oluşturmak durumundadır’, bu bakımdan dilbilgisel yapılar düşünce yapılarını örnek alır (Ducrot/Todorov). Hum-boldt ise dilin yalnız bir iletişim aracı değil, dili kullananların ‘anlığının ve dünya görüşlerinin’ bir anlatımı olduğunu öne sürer. Humboldt’a göre toplumsal yaşam dilin gelişmesi için çok önemlidir ama tek etken ve dilin tek ereği değildir. Bu bakımdan Humboldt ta dilin, özde ‘düşüncenin simgelenmesi’ olduğunu kabul eder.
Dilin işlevlerine ilişkin ilk dizgesel düşünceyi Bühler’de (1934) buluyoruz. Bühler’in sınıflaması söz ediminin içerdiği üç temel bileşenin çözümlenmesine dayanmaktadır: konuşucu, dinleyen ve sözcenin kullanıldığı durum (ya da bağlam). Sözcenin bu üç bileşenden birine ya da ötekine ağırlık vermesine göre, sözcenin temel işlevi anlatımsal (expressive), seslenrneli (vocative) ya da betimseldir. Ancak Lyons’un belirttiği gibi Bükler ve onu izleyenler konu ile ilgili iki nokta üzerinde durmuşlardır. Önce yapı ile işlev arasında birebir bir örtüşme yoktur. Başka bir deyişle, anlatımsal işlev yalnızca birinci kişi özne bulunan sözcelere özgü bir işlev değildir; bunun gibi, seslenme işlevi yalnızca ikinci kişi öznelerle yerine getirilmez. Bundan da önemlisi tek işlevi olan sözceler çok azdır; sözcelerin çoğu birden çok işlevi yerine getirir. (Sözgelimi, ‘Biraz sonra geliyorum’ sözcesi konuşana ilişkin bilgi verdiğinden anlatımsal olduğu ölçüde, dinleyene seslendiği için de seslenme işlevini de içermektedir. Ancak birincil olarak anlatımsaldır.)
Bühler’in ardından Prag dilbilim okulunun işlevselciliğe yeni boyutlar getirdiği kabul edilmektedir. Burada işlevselcilik daha çok sesbilgisine ve dizisel öğelere dayanmakla birlikte, bu okulun üyelerinden Roman Jakobson’un dilsel işlev konusundaki görüşleri günümüzde aşılabilmiş değildir. Biz de bu yazı da Jakobson‘un modeline bağlı kalarak dilsel işlev konusuna Türkçeden örneklerle açıklık getirmek ve daha sonra bu modelden ayrılan görüşleri kısaca sunmak istiyoruz.
Jakobson, Bühler’in modelini değiştirip geliştirirken ‘herhangi bir dil olayındaki dilsel bildirim ediminde bulunan kurucu öğeleri’ gözden geçirerek işe başlar. Jakobson’a göre dilsel bildirişimde altı temel öğe vardır : konuşucu, dinleyici, bağlam, bildiri, bağlantı ve düzgü. İşte sözcenin bu altı öğeden birini odak noktası yapmasına göre dilsel bildirişimde altı işlevden söz edilebilir; bunlar sırasıyla duyusal, çağrısal, göndergesel, şiirsel, ilişkisel ve üstdilsel işlevlerdir. Şöyle bir tablo çıkıyor ortaya :
Sözcenin öğeleri | Dilsel işlev |
konuşucu dinleyici bağlam bildiri bağlantı düzgü | duyusal (anlatımsal) çağrısal göndergesel şiirsel ilişkisel üstdilsel |
Jakobson’un düzeninde de bildirişim öğeleriyle işlevler arasında birebir örtüşme yoktur. Dilsel işlev yine ağırlıklı olan öğeye dayanır. Konuşucuda odaklanan ‘duyusal’ ya da ‘anlatımsa’ işlev, konuşucunun konu ya da durumla ilgili tavrını ortaya koyar. Bu tavır en başta birinci kişi özne kullanılarak anlatılabilir. Sözgelimi, ‘gidiyorum’ yerine ‘ben gidiyorum’; ‘yapacağız’ yerine ‘biz yapacağız’ sözceleri konuşucuya ağırlık veren anlatımsal işlev görünümleridir. Jakobson’un değindiği gibi bu işlev dolaysız biçimde ünlemlerle anlatılır. Yazık!, eyvah!, olmaz! gibi ünlemler konuşucunun konu ile ilgili üzüntülerini dile getirirken; aferin!, aşkolsun!, ne güzel!, bravo! vb. ünlemler övgü dolu bir tavrı ortaya koyar-lar. Kipleyici denilebilecek öğeler de konuşucunun durumunu açığa çıkarabilir. Sözgelimi, bu kitabı okumalısınız sözcesi ile bu kitabı okusanız iyi olur sözcesi arasındaki ayrım birincisinin gereklilik kipi, ikincisinin ise bir salık verme kipini dile getirmiş olmasıdır; başka bir anlatımla konuşucu birinci sözcede bir zorunluluğu, kaçınılmaz durumu anlatırken, dinleyene bir ödevi anımsatmış olmakta, ikincisinde ise yalnızca bir dileğini açıklamakta, kesin bir tavn- ortaya koymaktan kaçınmaktadır. Bunun gibi, çeşitli ezgileme, vurgu düzenleri, dilötesi (paralinguistic) davranışlar, sözcük seçimi, değişik dizisel ve dizimsel düzenlemeler duyusal (anlatımsal) işlevi belirle-mede etken olabilir.
Dinleyiciye ağırlık veren çağrı işlevi daha çok Ahmet!, küçük!, oğlum!, gazeteci! gibi seslenme durumuyla ve dinle, koş, bakar mısınız?, çabuk gel gibi buyrum kipinde sözcelerle dile getirilir.
Bühler’in de üzerinde durduğu üçüncü işlev simgesel (Jakobson’un deyişiyle gönderimsel) işlevdir. Bu işlev bağlama, konuya, düzanlama ağırlık verir. Her sözcenin temelde bir bilgi iletme, duygu, düşünce iletme amacına yönelik olduğu düşünüldüğünde bu işlevin temel olduğu kabul edilebilir. Kişilerden çok olguların değer taşıdığı bilim söyleminde, haber dilinde bu işlevin ağırlıklı olduğu söylenebilir. Bu söylemlerde düz tümce ve edilgen yapıların yoğunluğu, bu işlevle dilbilgisi yapıları arasındaki bağlantıyı da gösterebilir,
Jakobson’un Bühler modeline yaptığı katkılardan birisi, konuşucu ile dinleyici arasındaki iletişim kanalı üzerinde durarak ortaya attığı bağlantı ya da Malinowski’nin deyişiyle ilişki işlevidir (phatic communion). Gerçekten gündelik konuşmalarımızın çoğu kişiler arasında iletişim kana-limn açık olup olmadığını araştırmaya yöneliktir. Her gün kullandığımız basmakalıp sözcelerin çoğu bu türdendir : Nasılsınız? Ne var ne yok? selam, günaydın gibi açış sözceleri ya da görüşmek üzere, görüşürüz, hoşça kal türünden kapanış sözceleri içeriği nerdeyse tümüyle boş, ilişkiyi sürdürmeyi amaçlayan sözcelerdir. (Bu nedenle toplumumuzda ve ldmi Batı toplumlarında suskunluk bir tür iletişim kopukluğu ya da iletişimde eksiklik olarak yorumlanır.-) Bu ilişki işlevini kurmada ingilizlerin hava durumundan söz etmeyi alışkanlık haline getirdikleri herkesçe bilinen bir olgudur. Türkçede ee anlat bakalım ya da daha teklifsiz kimi dil değişkelerinde ee daha daha ne var? gibi anlatanlar bu işlevin tipik görünümleridir. Bu işleve bir bakıma dilin toplumsal işlevi de denilebilir. Kuşkusuz dil ötesi öğeler de (bedensel devinimler, kaş göz devinimleri vb.) bu işlevin sağlanmasında önemli yer tutarlar.
Öte yandan iletişim salt bildiri üzerinde odaklanırsa, daha başka bir anlatımla, dilin sanatsal kullanımı ağırlık taşırsa, dil şiirsel işlevi yerine getiriyor demektir. Önce şiirsel işlevin salt şiire özgü bir şey olmadığını belirlemek gerekir. Kimi düzyazılarda da buluruz bu şiirsel niteliği. Örneğin Atatürk’ün söylevinde “Türk Gençliğine Seslenmesi” gönderimsel gücü yanında bu tür şiirsel işlevin arasu-a ağır bastığı bir metindir. Y. Kadri‘nin, N. Ataç’m, S. Faik’in düzyazıları çoğu zaman bu tür şiirselliklerle doludur. Örn. Sait Faik’in “Hişt Hişt” öyküsündeki şu dizeler düzyazıda şiirselliğin yetkin örneklerindendir :
“Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin…
Bir hişt! hişt! sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanlar…” (75. s.)
Y. Kemal‘in, S. Birsel’in ve daha birçok çağdaş Türk yazarının düz-yazılarında bu tür özellikler buluyoruz. Moliere’in Mösyö Jourdain’inin bilincinde olmadan düzyazı kullanması gibi, birçoklarımız zaman zaman ‘şiir gibi konuşan’ kimselerden söz ederiz ; üstelik bilerek ya da bilmeyerek hepimiz bu kurala boyun eğeriz : Ahmet’le Mehmet ya da Ali ile Veli deriz ama bunların tersini pek seyrek kullanırız; dilbilgisine aykırılık söz konusu olmadığı halde gidiş geliş bileti alırız, geliş gidiş bileti almayız; çantaya ‘defter kitaplarımızı yerleştirmekten’ söz ederiz de ‘kitap defterleri yerleştirmeyiz’. Öte yandan ‘çeşitli şiir türlerinin özellikleri ana şiirsel işlev yanında öteki dilsel işlevlerin de değişik düzeylerde işin içine katıldığı anlamına gelir. Üçüncü kişiye ağırlık veren destan türü şiir, geniş ölçüde dilin gönderimsel işlevini içerir; birinci kişiye yönelimli lirik şiir duyusal işlevle yakından bağıntılıdır; ikinci kişinin şiiri çağrı işlevi ile yüklüdür ve birinci kişinin ikinci kişiye ya da ikinci kişinin birinciye bağımlı olmasma göre ya yakarıştır ya da öğüt.’
Jakobson’un belirlediği son dilsel işlev düzgüye, dilin kendisine dönük işlevdir; bilindiği gibi dili betimlemek için de dil kullanmak zorundayız. Başka bir anlatımla, dil dışı gerçekleri anlatan konu dil ve dilden söz eden üstdil ayrımı söz konusu. Burada önemli olan yalnızca mantıkçı ya da felsefecilerin kullandığı, tümüyle özel bir yapıda, biçimlenmiş bir dizge değildir. Gündelik dilde de sık sık üstdil işlevine başvururuz. Sözgelimi ‘üstdil işlevi deyimi ile şunu anlatmak istiyorum’ dediğimde ya da ‘sözlerimi anlıyor musunuz?’ diye sorduğumda sözcelerim üstdil işlevine ağalık vermektedir. Anadilini öğrenen çocuğa ‘keveriz değil, kereviz diyeceksin’ dediğimizde, yabancı dil öğretiminde sözcüklerin anlamlarını, dilbilgisi yapılarının kullanımlarını açıkladığımızda başvurduğumuz işlev üstdil işlevidir; eğitimle en çok gelişen işlevdir bu ve ‘konuşma yitimi çoğu kez üstdil işlevine ilişkin yetinin yitimi olarak’ tanımlanmaktadır.
Dil bir olasılıklar bütünüdür. Bu olasılıkların irdelenmesi, yeni bakış açıları dil işlevlerine değişik bir yorum getirebilir. Jakobson’dan sonra da bu olasılıldar araştırılmıştır. Bunlar arasmda Firth, Labov, E. Tripp, Hymes ve Halliday’in çalışmaları anılmaya değer. Bu yazıda bunların tümünü ele alma olanağımız yok; yalnızca Halliday’in yaklaşımından kısaca söz et-menin yararlı olacağını düşünmekteyiz.
Halliday çocuklarda dilsel işlev ve kullanım arasındaki ilişkileri araş-tırdıktan sonra, çocukluktaki yedi işlevin yetişkinlerde üç dilsel işleve indirgendiğini öne sürmektedir. Öte yandan çocuklukta dilsel işlevle dil yapısı arasında yakın bir ilişki olduğu (işlevin biçimi büyük ölçüde belirlediği) halde, yetişkinin dil dizgesi daha karmaşık ve çok yanlıdn\ Halîi-day’e göre, çocuğun büyük ölçüde birbirinden bağımsız işlevleri, çocuğun toplumsallaşması ve olgunlaşması ilerledikçe daha bütünleşmiş üç temel işleve indirgenmektedir : düşünsel, kişilerarası ve metinsel işlev. Düşünsel işlev yukarda sözü edilen gönderimsel işlevle örtüşebilir ama ondan daha geniş kapsamlıdır çünkü kişinin .tavrını, değer yargılarım, duygularını da kapsamaktadır. Kişilerarası işlev, kişinin konuşma durumundaki rolünü, kişisel yükümlülüklerini ve başkalarıyla etkileşimini anlatmaktadır. Bu yönüyle kişinin toplumsal rolünü belirlemeye yarayan bir işlevdir. Metinsel işlev ise, ‘söz eylemin yapılandırılması ile ilgilidir’, dilbilgisine ve duruma uygun (dilbilgisel ve kabul edilir) tümcelerin seçimini ve bunların tutarlı ve bağıntılı bir bütün oluşturmasını içermektedir. Bu üç işlevin bütünleşmesi kültürel bağlamla (dilin olasılıklarıyla) durum bağlamının (gerçekteki kullanımın) bütünleşmesi anlamına gelmektedir.
Halliday’in incelemelerinden çıkan sonuç, çocuk dilinin daha prag-matik, daha açık seçik işlevleri olmasına karşın bu işlevlerin yetişkin dilinde daha karmaşık, daha örtülü bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Açıkçası yapı ile işlev arasındaki bağıntı büyük ölçüde dolaylı bir bağıntıdır; tek bir biçimin birden çok işlevi simgelemesi olanaklı olduğu gibi, değişik işlevler de tek bir biçimle anlatılabilmektedir. Daha doğrusu bir sözcede birden çok işlev iç içedir ya da bütünleşmiştir. Sözgelimi, ‘Bugün okula gidemedim’ gibi olağan bir sözce birinci kişinin okula gitme edimiyle ilgili bilgi vererek, düşünsel bir işlevi yerine getirirken, gitme işinin gerçekleş-mediğini belirtmede yeterlik kip belirtecini (-ebil) kullanarak belirli bir tavrı ortaya koymakta, böylece Halliday’in kişilerarası işlevini simgelemiş olmaktadır. (Örn. Bugün okula gitmedim sözcesini kullanan konuşucunun tutumu değişik biçimde yorumlanacaktır.) Öte yandan sözcükler arasında dilbilgisel uyumun gerçekleşmiş olması metinsel işlevin de yerine getiril-diğini göstermektedir.
Halliday’in belirttiği gibi (48. s.) 1970′li yıllarda toplumsal bir varlık olarak insana duyulan ilgi artmıştır. Toplumsal insanın incelenmesi dilin incelenmesini varsayar. Son yıllarda toplum dilbilimcilerin dilin işlevlerine ağırlık vermeleri bu eğilimi yansıtmaktadır. Böylece biçimsel dil tipolojisi (yalmlayan, bükümlü, bitişken) yanında işlevsel bir dil tipolojisinden söz edilmeye başlanmıştır. Bunun sonucu ölçüt dil, klasik dil, anadil, lehçe, uluslararası dil gibi dil tipleri toplumdaki işlevsel niteliklerine göre belirlenebilmektedirler. (Bell, 151. s.) Örneğin ölçüt dil işlevsel yönden toplumun benimsediği normlara uyan, canlılık, tarihsellik ve belli ölçüde özerkliği bulunan, büyük ölçüde türdeş bir dil türü olarak tanımlanmaktadır.
Searle’in belirttiği gibi, ‘bir dili kullanmak belli bir sözeylemi gerçek-leştirmektir’. Sözeylemin gerçekleşmesi bir başka anlamda bir dilsel işlevin gerçekleşmesidir. İnsanın gereksinimleri çeşitlendikçe, bilinci derinleştikçe, dilden beklentileri de artacaktır. İnsan dilinin ilk evrelerinde seslenme işleviyle gönderimsel işlevin ağırlıkta olduğu düşünülebilir. Yazının gelişmesi ile metinsel işlevin önem kazanması ya da iletişim oluğunun çeşitlenmesiyle bildirinin değişik düzlemlerde sunulma olanaklarının ortaya çıkması dilsel işleve yeni boyutlar eklemiştir. Bağlam bileşenlerinin daha açıkça belirlenmesi, insanlar arasındaki ilişki biçimlerinin değişmesi, tümce üstü birimlerin niteliklerinin anlaşılması, dilin işlevlerinin çeşitlenmesine ya da daha karmaşıklaşmasına yol açabilir.
Kişi toplumda çeşitli roller üstlenir. Bu rollerde iletişimde bulunurken seçtiği iletişim kanalları (dil/dil ötesi), söylem türü (diyalog, monolog), amaç, ortam, konuşmaya katılanlar, konuşmanın içeriği, biçimi vb. kişiyi değişik anlatım biçimleri seçmeye götürür. Bu nedenle hiç kimse tek dilli kabul edilmemektedir. Değişik toplumsal roller değişik işlevler yükler dile. İnsanın çok boyutluluğu sürdükçe insan dilinin çok boyutluluğu, dilsel işlevin çeşitliliği de sürecektir. Bu işlevlerin ayırdında olduğumuz sürece toplumda oynadığımız rollerin daha iyi bilincine varabilir, dili daha etkili bir biçimde kullanabiliriz.